ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

NEML

20

/

28

 

 

20. Bir de kuşları araştırdı ve dedi ki: "Neden hüdhüdü göremiyorum, Yoksa o kayıplara karışanlardan mı oldu?

21. "Ben onu elbette ya şiddetli bir azab ile azaplandırırım veya muhakkak onu kestiririm ya da bana apaçık bir delil getirir."

22. Çok eğlenmeden geldi ve dedi ki: "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm ve Sebe'den sana kesin bir haber ile geldim.

23. "Gerçekten ben bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum. Kendisine herşeyden verilmiş; onun bir de büyük bir tahtı var.

24. "Onu ve kavmini Allah'tan gayrı güneşe secde eder buldum. Şeytan onlara amellerini süslü göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuş. Onun için onlar doğru yola gelemiyorlar.

25. "Göklerde ve yerde olan, gizliyi açığa çıkartan, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen Allah'a secde etmesinler diye!"

26. Allah O'dur ki, O'ndan başka ilah yoktur. Çok büyük Arş'ın Rabbidir."

27. "Bakalım doğru mu söyledin? Yoksa yalancılardan mısın?" dedi.

28. "Bu mektubumu al, götür ve onu kendilerine bırak. Sonra da onlardan geri çekilip ne şekilde karşılık vereceklerine bak!"

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onsekiz başlık halinde sunacağız:

 

1- Süleyman (a.s.)'ın Hüdhüd Kuşunu Araştırmasının Sebebi:

2- Yöneticinin Yönettiklerinin işleri ile ilgilenmesi:

3- "Hüdhüdü Neden Göremiyorum?"

4- Verilecek Cezaların Takdirinde Ölçü:

5- Çok Geçmeden Gelen Hüdhüd:

6- Hüdhüdün Getirdiği Haber:

7- Sebe ile ilgili Gelen Haber:

8- Küçüğün Büyüğe, Öğrencinin Hocaya:

9- Hz. Süleyman'ın, Sebe' ülkesinden Haberdar Olmayışı ve Cinlerle ilgili Bazı Hükümler:

10- Kadının Yöneticiliği ve Hakimliği:

11- Sebe, Hükümdarının Sahip Olduğu imkanlar:

12- Allah'tan Başkasına Tapmak ve Şeytan'ın Hakimiyetine Girmek:

13- Niye Allah'a Secde Etmiyorlar?

14- Verilen Haberi Tetkik Etmek:

15- Yöneticilerin ve Sair insanların Mazeret Kabul Etmeleri:

16- Hz. Süleyman'ın Mektubu:

17- Müşriklere Mektup Yazarak Davet Tebliğ Etmek:

18- Hazreti Süleyman'ın Talimatı:

 

1- Süleyman (a.s.)'ın Hüdhüd Kuşunu Araştırmasının Sebebi:

 

"Bir de kuşları araştırdı" buyruğu ile Yüce Allah daha önce sözü edilen şekilde karınca ile ilgili olayın geçtiği yolculuk esnasında, başından geçen bir başka olayı söz konusu etmektedir.

 

"Araştırmak, gözünün önünden kaybolan bir şeyi arayıp, bulmak istemek" demektir. Tayr (kuş) ise çoğul bir isimdir, bunun da tekili (...)'dır. Burada kuşlardan kasıt, kuşların cinsi ve kuşların topluluğudur. Kuşlar yolculuğu esnasında onunla birlikte bulunur, kanatlarıyla ona gölge ya parlardı.

 

Süleyman (a.s)'ın kuşları araştırmasının ne demek olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir kesime göre bu yönetim işlerine gösterilen itinanın ve yönetim işlerinin herbirisine gereken ihtimamı göstermenin bir gereğidir. Ayetin zahirinden de anlaşılan budur.

 

Bir başka kesimin görüşü de şöyledir: Onun kuşları araştırmasının sebebi, hüdhüd kuşunun kaybolması üzerine güneşin onun bıraktığı boşluktan girmesi idi. İşte bu, kuşları araştırmasının sebebi olmuştu. Böylelikle güneşin nereden girdiğini tesbit etmiş olacaktı.

 

Abdullah b. Selam da dedi ki: Hüdhüd'ü aramasına sebeb suyun yerin ne kadar derinliğinde olduğunu bilme ihtiyacını hissetmesi idi. Çünkü Süleyman (a.s) su bulunmayan bir yerde konaklamıştı. Hüdhüd ise yerin içini de, dışını da görürdü. Süleyman'a da suyun nerede bulunduğunu haber verirdi. Daha sonra da cinler kısa bir zaman zarfında bu suyu çıkartırlardı. Tıpkı koyunun derisinin yüzüldüğü gibi, yeryüzü toprağını o suyun üzerinden öylece soyarlardı. Bu açıklamayı İbn Selam'dan gelen rivayete göre İbn Abbas yapmıştır.

 

Ebu Miclez dedi ki: İbn Abbas, Abdullah b. Selam'a: Sana üç soru sormak istiyorum dedi. Abdullah: Sen Kur'an okuyan birisi olduğun halde bana mı soru soracaksın? deyince, İbn Abbas: Evet, diye üç defa tekrarladı ve şöyle sordu: Süleyman diğer bütün kuşlar arasından niye hüdhüdü araştırdı? İbn Selam dedi ki: Suya ihtiyacı oldu ve suyun ne kadar derinlikte olduğunu ya da mesafede diye söyledi- bilemiyordu. Hüdhüd ise diğer kuşlar arasından bunu bilebiliyordu, onu araştırmasının sebebi budur.

 

en-Nekkaş'ın kitabında da şöyle denilmektedir: Hüdhüd mühendis idi. Rivayete göre Nafi' b. el-Ezrak, İbn Abbas'ın hüdhüd ile ilgili açıklamalarda bulunduğunu duymuş, ona: Dur ey (delil yoksa) duran kişi! Hüdhüd kendisine kurulan tuzağa düşen ve bu tuzağı göremeyen bir kuş iken, yerin içini nasıl görebilir? İbn Abbas ona: Kader geldi mi göz kör olur, diye cevap verdi.

 

Mücahid dedi ki: İbn Abbas'a kuşlar arasından hüdhüdü nasıl araştırdı? diye soruldu, şu cevabı verdi: Bir yerde konakladı, suyun ne kadar derinlikte olduğunu bilmiyordu. Hüdhüd ise bunu bilebiliyordu, ona sormak istedi.

 

Mücahid dedi ki: Küçük çocuk hüdhüd kuşuna ağ serer ve onu avlar. Nasıl bunları bulabilir? İbn Abbas dedi ki: Kader geldi mi göz kör olur.

 

İbnu'l-Arabi dedi ki: Kur'an'ı iyice bilen bir kimseden başka böyle bir cevap veremez.

 

Derim ki: Bu cevabı daha önceden de belirttiğimiz gibi hüdhüdün kendisi Süleyman'a vermişti. Şöyle bir şiir söylenmiştir:

 

"Yüce Allah bir kişi hakkında bir işi murad ederse, Hem o kişi akıl, görüş ve basiret sahibi olsa dahi, Ve bir de çarelerin üstüne gelen olup da bütün bu çareleri, Kaderin hoşlanmayan sebeblerinden gelecek olanları defetmek için ortaya koyarsa, Yüce Allah onun kulaklarını, aklını kapatır. Ve aklını kafasından kılın çekilmesi gibi sıyırır, çeker, Nihayet hükmünü onun hakkında icra eyledi mi İbret alsın diye aklını ona geri verir."

 

el-Kelbi dedi ki: Yolculuğu esnasında yanına sadece bir hüdhüd kuşu almıştı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

2- Yöneticinin Yönettiklerinin işleri ile ilgilenmesi:

 

Bu ayet-i kerimede imamın (İslam devlet başkanının ve yöneticilerinin) yönetimleri altında bulunanların durumlarını iyice araştırmalarına, onları gereği gibi korumalarına delil vardır. Küçüklüğüne rağmen hüdhüdün durumu Süleyman (a.s)'a gizli kalmamıştı. Ya büyük işler hakkında ne düşünülür? Yüce Allah Ömer (r.a)'a rahmetini ihsan eylesin. O da aynı yolu izlerdi. Şöyle demişti: Fırat kenarında bir kurt bir keçiyi kapacak olsa, şüphesiz Ömer ondan sorumlu tutulacaktır. Yönetimi altındaki ülkelerin harab olduğu, yönettiklerinin zayi olduğu, çobanların kaybolduğu bir yönetici hakkında ne düşünürsünüz?

 

Sahih'teki rivayete göre Abdullah b. Abbas'tan şöyle kaydedilmektedir: Ömer b. el-Hattab, Şam'a gitmek üzere yola koyuldu. Serğ denilen yerde ordu kumandanIarı onu karşılamaya geldi: Ebu Ubeyde ve arkadaşları, ona Şam bölgesinde veba bulunduğu haberini verdiler... İlim adamlarımız dediler ki:

 

Ömer (r.a.)'ın Şam'a gitmek üzere yola çıkması (Halifenin tebasını kontrol ettiğine işaret vardır). -Halife b. Hayyat'ın belirttiğine göre- Beytu'l-Makdis'in hicri 17. yılda fethedilmesinden sonra olmuştu. O yönettiklerinin hallerini ve kumandanlarının durumlarını bizzat kendisi araştırırdı. Kur'an, sünnet, yöneticinin yönettiği kimselerin durumlarını araştırmasına ve bunu bizzat doğrudan kendisinin yapmasına, uzun dahi olsa bu maksatla yolculuk yapmasına açıkça delalet etmekte ve bunu ifade etmektedir. Şu beyiti söyleyen İbnu'l-Mübarek'in Allah'ın rahmetine nail olmasını dileriz: "Zaten dini kim bozdu ki hükümdarlardan, Ve kötü ilim adamları ile kötü abidlerden başka?"

 

3- "Hüdhüdü Neden Göremiyorum?"

 

Yüce Allah'ın "Neden hüdhüdü göremiyorum" buyruğu "Hüdhüde ne oldu ki ben onu göremiyorum?" anlamındadır. Bu da manası sebebi bilinmeyen kalb (ifadelerin yer değiştirmesi) kabilindendir. Yine bir kimsenin diğerine; "Bana ne oluyor ki seni kederli görüyorum?" yani; "Neyin var (kederlisin)" demeye benzer.

 

Hüdhüd bilinen bir kuştur. Onun sesine de hedhede denilir.

 

İbn Atiyye der ki: Bu ifadeden maksat hüdhüdün ortada olmadığını, kaybolduğunu anlatmaktır. Fakat Süleyman (a.s) hüdhüdün kayboluşunun gereği olan onu görmeyişini esas alarak, bu gereklilik konusunda kendisine bilgi verilmesi için soru sorma cihetine gitmiştir. Bu da bir çeşit icaz (veciz) konuşmaktır. Onun "Neden ... um?" şeklindeki sorusu; (...) edatının (ve soru cümlesinin başında ayrıca gelmesi gereken) elif (soru hemzesi)nin yerini tutmuştur.

 

Şöyle de denilmiştir: Süleyman (a.s): "Neden hüdhüdü göremiyorum" derken, kendisinin halini gözönünde bulundurmuştur. Zira o kendisine pek büyük bir mülkün verildiğini, mahlukatın emrine müsahhar kılındığını biliyordu. İşte şükür etme gereği onun itaatkar olmasını, adaleti de sürekli kılmasını gerektirmişti. Hüdhüd nimetini bulamayınca şükür bakımından bir kusur işlemiş olabileceği hatırına geldi ve bu kusuru dolayısıyla bu nimetten mahrum olduğu kanaatine kapıldı. O bakımdan kendi halini araştırmaya koyuldu ve bundan dolayı "neden göremiyorum" dedi.

 

İbnu'l-Arabi der ki: Mutasavvıf şeyhlerinin mallarını kaybettikleri vakit yaptıkları budur, onlar da kendi amellerini araştırırlar. Bu ise adab ile alakalı hususlarda böyle olduğuna göre peki ya bugün biz farzlarda bile kusurlu hareket ederken, ne yapmalıyız?

 

İbn Kesir, İbn Muhaysın, Asım, el-Kisai, Hişam ve Eyyub "neden ... um" anlamındaki soruyu; (...) şeklinde "ya" harfini üstün okumuşlardır. Aynı şekilde Yasin Suresi'nde: ''Ben, beniyaratana ne diye ibadet etmeyecek mişim?" (Yasin, 22) buyruğunda da böyle okumuşlardır. Ancak Hamza ile Yakub bunu sakin okumuşlardır. Geriye kalan Medine kıraat alimleri ile Ebu Amr ise Yasin Suresi'ndekini üstün ile bunu ise sakin (yani harfi med olarak) okumuşlardır.

 

Ebu Amr dedi ki: Çünkü bu NemI Süresi'nde bulunan, istifhamdır. Diğeri ise intifa (nefyetmek)dir. Ebu Hatim ile Ebu Ubeyd sakin okuyuşu tercih ederek, "Dedi ki: Neden ... um?" diye okumuştur. Ebu Ca'fer en-Nehhas: Bazıları mübteda olan ile kendisinden önceki ifadelere atfedilen arasında fark gözetmek istemişlerdir. Ancak bunun hiçbir kıymeti yoktur. Buradaki "ya" nefs-i mütekellim "ya"sıdır. Araplar arasından bunu üstün ile okuyanlar olduğu gibi, sakin okuyanlar da vardır. O bakımdan kıraat alimleri her iki şekilde de okumuşlardır. Mütekellim "ya"sı ile ilgili fasih söyleyiş ise onun meftuh olarak okunmasıdır, çünkü o hem bir isimdir, hem de tek bir harftir. Dolayısıyla tercih edilen sakin okunmayışıdır. Böylelikle isme haksızlık edilmemiş olur.

 

"Yoksa o kayıplara karışanlardan mı oldu?" buyruğundaki; "Yoksa"; "(Hayır)" anlamındadır.

 

4- Verilecek Cezaların Takdirinde Ölçü:

 

Yüce Allah'ın:"Ben onu elbette ya şiddetli bir azap ile azaplandırırım veya muhakkak onu kestiririm ... " buyruğu uygulanacak olan cezanın bedene göre değil de, işlenen suça göre olacağına delil teşkil etmektedir. Bununla birlikte cezalandırılacak olan şahsa zaman ve niteliği itibariyle yumuşaklık gösterilebilir.

 

İbn Abbas, Mücahid ve İbn Cüreyc'den rivayete göre onun kuşu azaplandırması tüyünü yolması suretinde idi. İbn Cüreyc de tüyünün tamamen yolunması diye söylemiştir. Yezid b. Ruman da kanatlarının yolunması diye açıklamıştır.

 

Süleyman (a.s)'ın bu uygulaması ile isyankarlara karşı sert bir tavır takınmak, görevini ve konumunu ihlal eden tutumu dolayısıyla Hüdhüdü cezalandırmak istemişti. Yüce Allah hayvanları, kuşları yemek ve başka bir takım menfaatler maksadıyla boğazlamayı mübah kıldığı gibi ona da bunu mübah kılmış olabilirdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Nevadirul-Usul de (et-Tirmizi el-Hakim) şöyle demektedir: Bize Süleyman b. Humeyd Ebu'r-Rabi' el-İyadi anlattı, dedi ki: Bize Avn b. Umare, el-Huseyn el-Cuhfi'den anlattı, el-Huseyn, ez-Zübeyr b. el-Hirrid'den, o İkrime'den naklen dedi ki: Yüce Allah'ın, Süleyman'ın hüdhüde vermek istediği cezayı alıkoyması, onun anne ve babasına karşı itaatkar olmasından dolayı idi. İleride de gelecektir.

 

Yine denildiği ne göre, hüdhüdü azaplandırmak, onu kendisine uymayan zıt tabiatlı hayvanlarla birlike bulundurmaktır. Kimilerinden nakledildiğine göre en dar hapis zıt tabiatlı kimselerle birlikte bulunmaktır.

 

Bir diğer açıklamaya göre, ben onu kendisine denk kimselere hizmet etmek zorunda bırakacağım anlamındadır. Bir diğer görüşe göre onu kafese koyacağım, bir başka açıklama: Tüyünü yolduktan sonra onu güneşte bırakacaktım. Onu hizmetinden uzaklaştırmak suretiyle cezalandıracağım, diye de açıklanmıştır. Çünkü hükümdarlar bedenin birlikte olmaya alıştığı kimseleri ayırmakla, uzaklaştırmakla te'dib ederler.

 

"Ben onu ya şiddetli bir azab ile azablandırırım veya muhakkak onu kestiririm ... " buyruğunda fiiller şeddeli "nun" ile te'kid edilmiştir. Böyle bir "nun" ya şeddeli veya şeddesiz olarak (te'kid maksadıyla) getirilir. Ebu Hatim dedi ki: Eğer; "Ben onu elbette ya şiddetli bir azab ile azaplandırırım veya muhakkak onu kestiririm" şeklinde (tek mim ile) okunsa bu da caizdir.

 

"Ya da bana apaçık bir delil getirir" buyruğundaki "Bana ... getirir" lafzındaki lam, lam-ı kasem değildir. Çünkü Süleyman hüdhüdün yapacağı bir iş için kasem etmez. Ancak bu buyruk "Onu elbette ... azaplandırırım"ın akabinde geldiğinden dolayı -ki bu da kasemin caiz olduğu hususlardandır- sonraki bu fiili de aynı şekilde kullanmıştır. Sadece İbn Kesir "bana ... getirir" anlamındaki fiili, iki "nun" ile; (...) diye okumuştur.

 

5- Çok Geçmeden Gelen Hüdhüd:

 

"Çok eğlenmeden geldi" buyruğunda kasıt hüdhüddür. Kıraat alimlerinin büyük çoğunluğu; "Geç ... ti", fiilinin "kef" harfini ötreli okumuşlardır. Yalnızca Asım bunu üstün okumuştur. Her iki kıraatte de anlamı "vakit geçirdi, kaldı" şeklindedir. Sibeveyh dedi ki: Bu "Durdu kaldı, durur kalır, kalmak" fiili; (harakeleri itibariyle); "Oturdu, oturur, oturmak" gibidir, (...) şekli ise (...) e benzer.

 

Başkaları da şöyle demektedir: Bunun üstün okunması Yüce Allah'ın: "Kalıcılar" (el-Kehf, 3) buyruğu dolayısıyla daha uygundur. Çünkü bu (...)'den gelmektedir. "Kaldı, kalır" denilir ism-i faili de; (...) diye gelir. (...) kullanımı, (...) gibidir. İsm-i faili (...) şeklinde, (...) gibi gelir. (...)'den ism-i fail ise (...) şeklinde gelir. (...): Ekşidi, ekşir" fiilinin ism-i failinin (...) şeklinde gelmesi gibi.

 

"Çok eğlenmeden geldi" deki zamirin Süleyman (a.s)'a ait olma ihtimali vardır. Anlamı şöyle olur: Süleyman (a.s) kuşları araştırıp tehdidinde bulunduktan sonra aradan fazla zaman geçmeden geldi, demek olur. Buradaki zamirin hüdhüde ait olma ihtimali de vardır. Daha kuvvetli ihtimal budur, daha sonra da hüdhüd gelip: "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm" dedi. Bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir.

 

6- Hüdhüdün Getirdiği Haber:

 

Yani ben senin bilmediğin hususları öğrendim. İşte bu peygamberler gaybı bilir, diyenlerin kanaatlerini reddetmektedir.

 

el-Ferra "Gördüm" fiilinin "te" ve "tı" harfleri birbirine idgam edilerek; (...) diye okunduğunu naklettiği gibi "tı" harfi, te'ye kalbedilip idgam edilmek suretiyle; (...) diye okunduğunu da nakletmiştir.

 

7- Sebe ile ilgili Gelen Haber:

 

"Ve Sebe'den sana kesin bir haber ile geldim" buyruğu ile onun Süleyman (a.s)'a bilmediği şeyi öğretmiş olduğunu anlıyoruz. Böylelikle o Süleyman (a.s)'ın kendisini tehdit etmiş olduğu azab ve kesilme cezasını bertaraf etmiş oldu. Cumhur "Sebe'" kelimesini; (...) şeklinde tenvinli olarak munsarıf bir kelime gibi okumuştur. İbn Kesir ve Ebu Amr ise munsarıf olmayan bir kelime olarak, hemzeyi üstünle; (...) diye okumuştur. Birinci okuyuş, kendisine bir kavmin nisbet edildiği bir adam ismi kabul edilmesine göredir. Şairin şu mısraı da buna göredir: "Sebe'in zirvelerinde gelenler ile Teymlilerin, Boyunlarında iz bırakmıştır, camışların derileri."

 

ez-Zeccac, Sebe'in bir adam ismi olduğunu kabul etmeyerek, şöyle demiştir: Sebe', Yemen'in Me'rib denilen bölgesinde San'a ile arasında üç günlük mesafe bulunan bilinen bir şehirdir.

 

Derim ki: el-Gaznevi'nin ''Uyunu'l-Meani" adlı eserinde üç millik mesafe denilmektedir. Katade ve es-Süddi dedi ki: Oraya oniki peygamber gönderilmiştir.

 

(ez-Zeccac, görüşüne delil olarak) en-Nabiğa el-Ca'di'nin şu beyitini zikretmektedir: "Me'rib'de hazır bulunan Sebe'den, Onların selinin önünde Arim'i (seddi) bina ettiklerinde."

 

(ez-Zeccac devamla) dedi ki: Bunu munsarıf kabul etmeyenler, bunun bir şehir ismi olduğunu söyler. Munsarıf kabul edenler de -ki bunlar çoğunluğu teşkil ederler- buranın bir şehir ismi olması dolayısıyla müzekker adı verilmiş, müzekker bir yer kabul ederler.

 

Sebe'in şehire ad olarak verilen bir kadın adı olduğu da söylenmiştir. Doğrusu bunun bir erkek adı olduğudur. Tirmizi'nin kitabında (Sünen'inde) Ferve b. Museyk el-Muradi'nin Peygamber (s.a.v.)'den naklettiği ve Yüce Allah'ın izniyle (Sebe, 15. ayetin tefsirinde) gelecek olan hadiste de bu şekildedir.

 

İbn Atiyye dedi ki: ez-Zeccac bu hadisi bilmediğinden dolayı o gelişigüzel açıklamalarda bulunmuştur. el-Ferra'nın iddiasına göre de er-Ruasi, Ebu Amr b. el-Ala'ya, Sebe'e dair soru sormuş, o da ben onun ne olduğunu bilmiyorum, demiş.

 

en-Nehhas dedi ki: el-Ferra, Ebu Amr adına te'vilde bulunmuş ve onun meçhul olduğu için bu ismi gayr-ı munsarıf kabul ettiğini belirtmiştir. Bir şey de eğer bilinmeyecek olursa gayr-ı munsarıf olur.

 

en-Nehhas da şöyle demektedir: Ebu Amr gibi birisi böyle bir söz söylemez. er-Ruasi'den yapılan nakilde de bu kelimeyi bilmediği için bunu gayrı munsarıf kabul ettiğine dair de bir delil bulunmamaktadır. O sadece ben onu bilmiyorum demiştir. Eğer nahiv bilgini birisine herhangi bir isim hakkında sorulacak da, o da ben onu bilmiyorum diyecek olursa, bu o nahivcinin bu ismi gayr-ı munsarıf kabul ettiğine delil teşkil etmez. Aksine hak bunun dışındadır. Bu durumda eğer onu bilmiyorsa, onu munsarıf kabul etmesi gerekir. Çünkü isimlerde asl olan munsarıf olmaktır. Bir şeyin gayr-ı munsarıf olması ona dahil olan herhangi bir ek sebep dolayısıyladır. Asıl kaide kesin olarak böylece sabittir. Bilinmeyen bir şey dolayısıyla bu kaide ortadan kalkmaz. Daha sonra nahivcilerden uzun açıklamalar naklettikten sonra sonunda şunları söyler: Sebe' hakkında kabul edilen görüş bu hususta gelen rivayet olmalıdır ki, bu da aslında Sebe'in bir adam adı olduğudur. Eğer bunu munsarıf kabul edecek olursak, bu artık hayatta olan birisinin adı olduğundan dolayıdır. Şayet munsarıf kabul etmeyecek olursak, bunu "Semud" gibi bir kabile adı olarak kabul ederiz. Şu kadar var ki Sibeveyh'in tercih ettiği görüş munsarıf olduğudur ve bu konudaki delili de kat'ıdir. Zira bu isim hem müzekker, hem de müennes gelebildiğine göre bunun müzekker kabul edilmesi daha uygundur. Zira asl olan ve daha hafif olan da odur.

 

8- Küçüğün Büyüğe, Öğrencinin Hocaya:

 

Ben Senin Bilmediğini Biliyorum, Demesi Uygun mu? Bu ayet-i kerimede küçüğün büyüğe, öğrencinin hocaya -kesinlikle bu hususu bilmesi şartıyla-; ben senin bilmediğin bir şey biliyorum diyebileceğine delil vardır.

 

İşte Ömer b. el-Hattab (r.a) yüceliğine ve bilgisine rağmen üç defa izin istendikten sonra cevap alınmazsa, geri dönülebileceğini bilmiyordu. Teyemmümü Ammar ve başkaları biliyordu. Halbuki Ömer ve İbn Mes'ud bu konuda bilgileri etraflı olmadığından cünup kimse teyemmüm etmez, diyorlardı.

 

İbn Abbas ay hali olan kadının Arafat'ta vakfe yapabileceği hükmünü bildiği halde, Ömer de, Zeyd b. Sabit de bunu bilmiyordu. İhramlı bir kimsenin başını yıkayabileceğini İbn Abbas bilmekle birlikte el-Misver b. Mahreme bunu bilmiyordu. Bunun benzeri daha pek çok husus vardır ki bunları kaydederek uzatmaya gerek yoktur.

 

9- Hz. Süleyman'ın, Sebe' ülkesinden Haberdar Olmayışı ve Cinlerle ilgili Bazı Hükümler:

 

Hüdhüd: "Ve Sebe'den sana kesin bir haber ile geldim" deyince, Süleyman (a.s): Bu haber nedir? diye sorunca, hüdhüd de: "Gerçekten ben bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum" diye cevab verdi. Bu kadın Şerahil kızı Belkıs idi. O Sebe'lilerin hükümdarlığını yapıyordu. Süleyman (a.s)'ın konakladığı yer ile Belkıs'ın ülkesi birbirine yakın olduğu halde -ki bu mesafe San'a ile Me'rib arasında üç günlük bir mesafedir- Süleyman nasıl oldu da bu durumu bilemedi, diye sorulursa cevap şudur: Yüce Allah Yakub (a.s)'a, Yusuf (a.s)'ın bulunduğu yeri bildirmediği gibi: bir maslahata binaen de Süleyman (a.s)'a Belkıs'ın yerini bildirmemiştir, saklı tutmuştur.

 

Rivayete göre Belkıs'ın ebeveyninden birisi cinlerden idi. İbn Arabi dedi ki: Bu inkarcıların reddettiği bir husustur. Onlar cinler yemezler ve doğurmazlar derler. Allah'ın laneti hepsinin üzerine olsun, yalan söylüyorlar. Böyle bir şey doğrudur. Onlarla evlenilmesi de aklen caizdir, naklen de sahih olarak sabit olursa mesele kalmaz.

 

Derim ki: Ebu Davüd'un rivayetine göre Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: Cinlerden bir heyet Rasülullah (s.a.v.)'ın huzuruna gelerek şöyle dediler: Ey Muhammed! ümmetine kemikle, hayvan pisliği ile yahut kafa tası ile istinca yapmalarını yasaklayıver. Çünkü Yüce Allah onlarda bize rızık ihsan ediyor.

 

Müslim'in, Sahih'inde de Peygamber (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "üzerinde Allah'ın adı anılıp da elinize geçen herbir kemik olabildiğince etli bir şekilde sizin olsun. Herbir davar pisliği de sizin hayvanlarınızın alafı olsun. "

 

Bunun üzerine Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Bundan dolayı siz de bunlarla istincada bulunmayınız, çünkü bunlar cinden kardeşlerinizin yiyecekleridir. ''

 

Buhari'de yer alan rivayete göre de Ebu Hureyre şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasülü! Kemiğin ve davar pisliğinin durumu nedir? diye sordum. Şöyle buyurdu: "Bunlar cinlilerin yiyecekleridir. Bana Nasibin cinleri heyeti geldi ki, onlar ne iyi cinlerdir! Bana kendilerine azık vermemi istediler. Ben de Yüce Allah'a dua ederek nerde kemik, davar pisliği bulurlarsa mutlaka üzerinde yiyecek bir şeyler bulmalarını niyaz ettim. "

 

Bütün bunlar onların yemek yedikleri hususunda açık nasslardır. Onlarla evlenmeye gelince, buna dair işaret de daha önce el-İsra Süresi'nde Yüce Allah'ın: "Mallarına, evlatlarına ortak ol"(el-İsra, 64) buyruğu açıklanırken (4. başlıkta) değinilmiş idi.

 

Vuheyb b. Cerir b. Hazim de, el-Halil b. Ahmed'den, o Osman b. Hadır'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Belkıs'ın annesi cinlerden idi, adı da Şeysan kızı Belame idi. Yüce Allah'ın izniyle buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir.

 

10- Kadının Yöneticiliği ve Hakimliği:

 

Buhari'de yer alan ve İbn Abbas'tan gelen rivayete göre Peygamber (s.a.v.) Farsların, Kisra'nın kızını başlarına kraliçe tayin ettikleri haberini alınca: "İşlerinin başına bir kadın geçiren bir kavim, asla iflah olmaz" diye buyurdu.

 

Kadı Ebu Bekir b. el-Arabi dedi ki: Bu kadının halife olamayacağı hususunda açık bir nasstır. Zaten bu hususta görüş ayrılığı da yoktur. Muhammed b. Cerir et-Taberi'den kadının hakim olmasının caiz olduğu görüşü nakledilmiş ise de bu sahih değildir. Bunun Ebu Hanife'den gelen nakil gibi olması da muhtemeldir. O da şu şekildedir: Kadın şahitlik yapabildiği hususlarda hakimlik yapabilir, yoksa mutlak olarak hakim olabilir diye söylemiş olamaz. Aynı şekilde ona "filan kadın hakimlik yapmak üzere takdim edilmiştir" diye bir görevemri de yazılamaz. Bunun olabilecek şekli onun hakem tayin edilmesi ve tek bir meselede vekaleten görev yapması suretinde olabilir. Kanaatimizce Ebu Hanife ile İbn Cerir'in görüşleri bu çerçevededir.

 

Ömer (r.a)'dan bir kadını çarşı muhtesipliği görevine tayin ettiği rivayet edilmiş ise de bu da sahih değildir, kimse buna iltifat etmesin. Hiç şüphesiz bu da bid'atçilerin hadislere soktukları desiselerdendir. Maliki ve Eş'arı olan Kadı Ebu Bekir b. et-Tayyib ile Şafiilerin ileri gelen ilim adamı Ebu'l-Ferec b. Tarar bu meselede birbirleriyle tartışmışlardır. Ebu'l-Ferec dedi ki: Kadının hakimlik yapabileceğinin delili şudur: Ahkamın varlığından maksat hakimin bunları uygulamaya koyması, ahkama dair delilleri dinlemek ve bu hususta hasımlar arasında ayırdedici hükmü vermektir. Böyle bir iş ise erkek tarafından yapılabildiği gibi kadın tarafından da yapılabilir.

 

Ancak Kadı Ebu Bekr ona itiraz edip, onun bu iddiasını İmamet-i Kübra'yı (halifeliği) ileri sürerek çürütmüştür. Çünkü bundan kasıt sınırların korunması, işlerin idare edilmesi, İslam topraklarının himaye edilmesi, haracın toplanıp hak sahiplerine verilmesidir. Bunları erkek yapabildiği kadar kadın yapamaz. İbnu'l-Arabi dedi ki: Bu mesele hakkında bu iki ilim adamının da açıklamalarının bir kıymeti yoktur. Bir defa kadının meclislere çıkması beklenemez, erkeklerle karışması beklenemez. Her bakımdan birbirine denk iki kişinin birbirleriyle tartıştığı gibi, onlarla tartışamaz. Çünkü eğer bu kadın genç ise ona bakmak ve onun kelamını dinlemek haram olur. Şayet erkekler arasına çıkma ruhsatına sahip yaşlı bir kadın ise erkeklerle oldukça sıkışabileceği bir şekilde meclislerde oturup kalkamaz, onlarla tartışmalara girişemez. Böyle bir şeyin olabileceğini düşünen de, inanan da asla iflah olmaz.

 

11- Sebe, Hükümdarının Sahip Olduğu imkanlar:

 

"Kendisine herşeyden verilmiş" ifadesi bir mübalağadır. Yani krallığının, ülkesinin gerek duyacağı herşey verilmiş demektir. Anlamın kendi döneminde bulunan herşeyden ona bir miktar verilmiş şeklinde olduğu ve böylelikle (bir miktar anlamındaki) mefulün hazfedildiği de söylenmiştir. Çünkü ifade buna delalet etmektedir.

 

"Onun bir de büyük bir tahtı var." Bu tahtı hem görünüşü, hem de saltanat mertebesi itibariyle büyüklükle nitelendirmiştir. Denildiğine göre bu taht altından olup, onun üzerinde otururdu. Bir diğer görüşe göre burada "taht"tan kasıt hükümdarlıktır, ancak birinci görüş daha doğrudur. Çünkü ileride geleceği üzere "kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz" (en-Neml, 28) diye buyurulmaktadır.

 

ez-Zemahşeri dedi ki: Eğer hüdhüd Belkıs'ın tahtını "azim; büyük" ile nitelendirmekle Yüce Allah'ın arşının "azim: büyük" vasfı ile eşit tutarak aynı şekilde nitelendirmiştir; bu nasıl olurı dersen, ben de şöyle cevap veririm:

 

Bu iki vasıf arasında çok büyük bir fark vardır. Çünkü onun arşını (tahtını) büyük olmakla nitelendirmek kendisi gibi insan olan hükümdarların tahtlarına nisbetle büyüktür anlamındadır. Yüce Allah'ın arşının büyüklükle nitelendirilmesi ise O'nun yaratmış olduğu semavata ve arza nisbetledir.

 

İbn Abbas dedi ki: Bu kadının tahtının uzunluğu seksen zira', eni de kırk zira' idi. Yukarı doğru yüksekliği de otuz zira' idi. İnci, kırmızı yakut ve yeşil zebercetle süslü idi.

 

Katade dedi ki: Ayakları inci ve cevherdendi, üstündeki örtüler ise ince ve kalın ipektendi. üzerinde de yedi tane kilit vardı.

 

Mukatil dedi ki: Tahtı seksene seksen zira' idi, yerden yüksekliği de seksen zira' idi. Mücevherlerle süslenmişti.

 

İbn İshak dedi ki: Ona kadınlar hizmet ederdi. Beraberinde ona hizmet etmek için altıyüz kadın vardı.

 

İbn Atiyye dedi ki: Ayet-i kerime'den anlaşılması gereken şu ki: O, Yemen şehirlerini elinde tutan kadın bir hükümdardı. Bunun büyük bir mülkü ve büyük bir tahtı vardı, kafir bir kavimden gelme, kafir bir kadın idi.

 

12- Allah'tan Başkasına Tapmak ve Şeytan'ın Hakimiyetine Girmek:

 

Yüce Allah'ın: "Onu ve kavmini Allah'tan gayri güneşe secde eder buldum" buyruğu ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Bu toplum güneşe tapanlardandı. Çünkü bunlar rivayete göre zındık idiler. Bir diğer görüşe göre bunlar ışığa, aydınlığa tapınan mecusilerdi.

 

Nafi'den rivayet edildiğine göre vakıf (durak): (...) lafzı üzerindedir. el-Mehdevi dedi ki: Buna göre "azim: büyük" kendisinden sonraki buyruklar ile alakalı demektir. Buna göre ifade; "Ben onu ... buluşum çok büyük bir iştir" anlamında olmalıdır. Yani benim onu kafir bir kadın olarak bulmam büyük bir iştir. İbnu'l-Enbari dedi ki: "Onun bir de büyük bir tahtı var" buyruğunda durak yapmak güzel bir vakıftır. "Arş: Taht" üzerinde durak yapılıp, (...) diye başlamak ancak sonrasını hatırlayamayan kimseye hatırlatmak için caiz olabilir. Çünkü "azim" tahtın sıfatıdır, eğer "onu ... buldum" ile alakalı olsaydı, o takdirde (...) demek icab ederdi. Bu ise her bakımdan imkansız bir şeydir. Bana Ebu Bekir Muhammed b. el-Hüseyin b. Şehriyar anlattı dedi ki: Bize Ebu Abdullah el-Hüseyin b. el-Esved el-İcli bir ilim adamından anlatarak dedi ki: "Arş" lafzı üzerinde vakıf yapılır ve "azim" lafzı ile okumaya başlanılır. Bu da, benim onları güneş ve aya ibadet eder buluşum büyük bir iştir, anlamına gelir. Bu şahıs dedi ki: Ben bu kanaati teyid edenleri de duydum ve buna delil olarak şunları söylediklerini gördüm: O kadının arşı (tahtı) Yüce Allah tarafından "azim: büyük" olmakla vasfedilmeyecek kadar değersiz ve basittir. İbnu'l-Enbari dedi ki: Benim tercih ettiğim ise başta zikrettiğimdir, çünkü burada "güneşe ve aya ibadet"in (bu ifadede olduğu gibi) takdir edilebileceğine dair bir delil de bulunmamaktadır. Diğer taraftan hüdhüd bu tahtı son derece enli ve uzun bir taht olarak gördüğünden dolayı azim (büyük) olmakla nitelendirmesi de kabul edilmeyecek bir şey değildir. Ayrıca bu lafzın "arş"ın i'rabını alması da onun sıfatının olduğunun bir delilidir.

 

"Şeytan onlara amellerini" içinde bulundukları küfrü "süslü göstermiş ve onları doğru yoldan" tevhid yolundan "alıkoymuş." Bununla tevhid yolu olmayan herhangi bir yolu izlemenin kesinlikle hiçbir fayda sağlamayacağını açıklamış olmaktadır.

 

"Onun için onlar doğru yola" Yüce Allah'a ve O'nu tevhide "gelemiyorlar."

 

13- Niye Allah'a Secde Etmiyorlar?

 

"Allah'a secde etmesinler diye" buyruğunu Ebu Amr, Nafi', Asım ve Hamza; " ... me ... diye"yi şeddeli okumuşlardır. İbnu'l-Enbari dedi ki: "Onun için onlar doğru yola gelemiyorlar" buyruğunda vakıf, "lam" harfini şeddeli okuyanlar için tam bir vakıf değildir, çünkü anlam: Şeytan onlara Allah'a secde etmemelerini süslü göstermiştir, şeklindedir.

 

en-Nehhas da şöyle demektedir: Bu (...)'den sonra (...)'in gelmiş halidir ve burada; (...) da nasb mahallindedir. el-Ahfeş dedi ki: Bunun nasbı da; "Süsledi" fiili iledir. Yani; şeytan onlara Allah'a secde etmemelerini de süslü göstermiştir.

 

el-Kisai ise "Onları ... alıkoymuş" ile nasb mahallindedir. Yani Allah'a secde etmesinler diye onları alıkoymuş demektir, der. Her iki açıklamaya göre de bu mef'ulün lehtir.

 

el-Yezid! ile Ali b. Süleyman da şöyle demektedir: (...) lafzı "Amellerini" lafzından bedel olarak nasb mahallinde dir. 

 

Ebu Amr ise şöyle demektedir: Burada; "Doğru yoldan" lafzı bedel olarak cer mahallindedir.

 

Bir diğer görüşe göre bu buyrukta amil "doğru yola gelemiyorlar" anlamındaki buyruktur. Yani onlar Yüce Allah'a secde etmeye yol bulamıyorlar. Bu da; onlar bu işin kendilerine farz olduğunu bilmiyorlar, demektir. Bu açıklamaya göre de (...) zaid demektir. Yüce Allah'ın: "seni secde etmekten alıkoyan nedir.?" (el-A'raf, 12) buyruğuna benzemektedir ki bu; (...) manasınadır. Bu kıraate göre burada secde yoktur. Çünkü onların ya şeytanın amellerini kendilerine süslü göstermesi yahut onları engellemesi ya da doğru yolu bulmalarına engel teşkil etmesi suretiyle onların secde etmeyi terkettiklerine dair bir haber vermek mahiyetindedir.

 

ez-Zühri, el-Kisai ve başkaları ise; (...) diye okumuşlardır ki bu da; "Ey şu kimseler, Allah'a secde ediniz" anlamındadır. Çünkü "ya" nida harfi ile fiillere değil, isimlere seslenilir. Sibeveyh de şu beyiti nakletmektedir: "Ey (şunlar) Allah'ın ve bütün kavimlerin, Ve hatta salihlerin laneti Sim'an gibi bir komşunun üzerine olsun."

 

Sibeveyh dedi ki: "Ya; ey" nida edatı, lanette nida değildir. Çünkü ona nida olsaydı, onu nasbetmesi gerekirdi. Zira bu takdirde muzaf bir münada olur. Ancak ifadenin takdiri: (...): Ey sözümü işitenler, Allah'ın laneti ve bütün kavimlerin laneti Sim'an'a olsun" şeklindedir. Bazıları da Araplardan şu ifadeleri duyduğunu nakleder: (...). Bununla: "Ey kavim merhamet ediniz, doğru söyleyiniz" demek isterler. Bu kıraate göre "Secde ediniz" emr-i hazır olmak itibariyle cezm mahallindedir.

 

Vakıf da; "Ey ... " üzerinde yapılır, bundan sonra da okumaya başlanarak; "Secde edin" diye okunur.

 

el-Kisai dedi ki: Ben hocaları ancak emir manasına bunu şeddesiz okuduklarını duymuşumdur, başka türlü okuduklarını da duymadım.

 

Abdullah'ın kıraatinde; "Allah'a secde etmeniz gerekmiyor mu?" şeklinde "te" ve "nun" iledir.

 

Ubeyy'in kıraatinde ise; "Niye Allah'a secde etmezsiniz?" şeklindedir. Bu iki kıraat şeddesiz okuyanların lehine bir delildir.

 

ez-Zeccac dedi ki: Şeddesiz okuyuş secde etmeyi gerektirmekle birlikte, şeddeli okuyuş secde etmeyi gerektirmemektedir. Ebu Hatim ile Ebu Ubeyde de şeddeli okuyuşu tercih etmişlerdir. (ez-Zeccac) ayrıca der ki: Şeddesiz okuyuş güzel bir şekildir, ancak bu takdirde Sebe'in durumu ile ilgili haber kesintiye uğradıktan sonra tekrar onlardan söz konusu olur. Şeddeli okuyuşta ise verilen haberde arada bir kesinti olmaksızın ardı arkasına geliş söz konusudur.

 

en-Nehhas da buna yakın bir açıklamada bulunmuş ve şöyle demiştir: Şeddesiz okuyuş uzak bir ihtimaldir, çünkü bu durumda ifadede i'tiraz (ara cümleleri) söz konusu olur. Şeddeli okuyuşta ise ifadede bir yeknesaklık ortaya çıkar. Aynı şekilde çoğunluk da bu (şeddisiz) kıraati benimsememiştir. Zira (şeddesiz okuyuşta) iki "elif" hazfedilmiş demek olur. Ancak bu gibi hallerde sadece bir "elif" hazfedilerek ihtisar yapılır. "Ey Meryem oğlu İsa" demek gibi.

 

İbnu'l-Enbarı dedi ki: "Secde edin" emrinin "elif"i, (...) da düştüğü gibi düşmüştür. "Ya: Ey"nın "elif"i düşüp bu "secde edin" emrindeki "elif"e bitişince, "elif" düşmüş oldu. Onun düşmesi ihtisara ve hafif gelip, lafızları az olanın tercihine bir delalet sayılmıştır. el-Cevherı ise kitabının sonlarında şöyle demektedir: Bazıları derler ki: "Ya" böyle bir yerde ancak tenbih içindir. Sanki o; "Dikkat edin yalnız Allah'a secde edin!" demiş gibidir. Onun başına dikkat çekmek (tenbih) için "ya" getirilince bu sefer "secde edin" emrindeki "elif" vasıl elifi olduğundan dolayı düşmüştür ve böylelikle iki sakinin bir arada bulunması dolayısıyla da "ya"daki elif gitmiştir. Çünkü bu elif ile "secde edin" emrindeki elif sakindir. Şair Zu'r-Rimme de şöyle demektedir: "Ey Meyyae'nin diyarı sen esenlikte ol; her türlü musibetten, Ve senin o ekin bitirmeyen arazine yağmur hep bol bol yağsın."

 

el-Cürcani dedi ki: Bu ifadeler hüdhüdün yahut Süleyman'ın ya da Yüce Allah'ın söylediği araya girmiş sözlerdir. Bunun da anlamı: Dikkat edin, onlar Allah'a secde etmelidirler. .. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: ''Mü'minlere de ki: Allah'ın günlerini beklemeyenlere aldırmasınlar. "(el-Casiye, 14) Denildiğine göre bu, onlara verilmiş bir emirdir. Yani onları bağışlasınlar. Mushaf'ta da bu şekilde yazılır, burada nida harfi yoktur.

 

İbn Atiyye dedi ki: Denildiğine göre Yüce Allah'ın: " ... Çok büyük Arş'ın Rabbidir" buyruğuna kadar olan sözler, hüdhüdün söyledikleri sözlerdir. İbn Zeyd ve İbn İshak'ın görüşü de budur. Burada hüdhüdün şer'ı teklife muhatap olmayıp şer'ı hususlara dair nasıl konuşur şeklinde bir itiraz söz konusu olabilir. Bununla birlikte bu sözlerin hüdhüdün kendisine o kavme dair haber vermesi üzerine Süleyman (a.s)'ın sözleri olma ihtimali de vardır, ayrıca Yüce Allah'ın buyrukları olma ihtimali de vardır. O takdirde bu iki söz arasında bir ara cümlesi ifadeleridir. Dikkatle düşünülecek olursa, sabit görülecek sağlam görüş budur. (...)'in şeddeli okunuşu da bu sözlerin hüdhüde ait olduğu anlamını vermektedir, şeddesiz okunuş böyle bir manaya engeldir. Şeddesiz okuyuş az önce açıklamış olduğumuz üzere Yüce Allah'a secde etme emrini ihtiva eder.

 

ez-Zemahşeri dedi ki: Eğer: Her iki kıraate göre mi secde vaciptir yoksa bu iki kıraatten birisine göre mi? diye sorarsan, şöyle cevap veririm: Bu her iki kıraate göre vacip bir secdedir, çünkü secde yerlerinde ya secde etme emri verilir, yahut secde edenler övülür, yahutta secdeyi terkedenler yerilir. Bu iki kıraatten birisinde secde etme emri manası vardır, diğerinde ise secdeyi terkedenlerin yerilmesi manası vardır.

 

Derim ki: Şanı Yüce Allah, kafirlerin secde etmediklerini haber vermektedir. el-İnşikak Suresi'nde (21. ayetinde) olduğu gibi. Buharı'de ve başka kaynaklarda sabit olduğu üzere de Peygamber (s.a.v.) burada secde etmiştir. İşte en-NemI Suresi'nde de böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

ez-Zemahşeri dedi ki: ez-Zeccac'ın belirttiği şeddesiz okuyuşta secde vaciptir. Şeddeli okuyuşta değildir, şeklindeki görüşü ise kabul edilmiş bir görüş değildir.

 

"Göklerde ve yerlerde olan gizliyi açığa çıkartan" buyruğunda sözü geçen, göklerdeki gizli şeyler yağmurlardır. Yerin gizlilikleri ise hazineleri ve bitkileridir. Katade dedi ki: Gizliden kasıt sırdır. en-Nehhas ise bu daha uygundur demiştir. Yani göklerde ve yerde gaib olan şeyleri o açığa çıkartır. Buna Yüce Allah'ın: "Gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen" buyruğu da delil teşkil etmektedir.

 

"Gizli" lafzını İkrime ve Malik b. Dinar hemzesiz olarak ve "be" harfi üstün olmak üzere okumuştur. el-Mehdevı: Bu kıyasi bir tahfif ile okumadır, dedikten sonra, burada vakıf yapanlar arasından hemzeyi okumayı terkedenlerin ismini vermektedir.

 

en-Nehhas dedi ki: Ebu Hatim'in naklettiğine göre İkrime hemzesiz olarak "elif" ile; (...) diye okumuştur. Ancak Arapçada bunun caiz olmadığını da ileri sürmüş ve gerekçe olarak şunu göstermiştir: Eğer hemze okunmayacak olursa, onun harekesi "be" harfine verilir, bu durumda "Göklerde ve yerde olan gizliyi" diye okur. Şayet hemzeyi tahvil edecek olursa, o takdirde "be" harfini sakin ve ondan sonra da "ye" olmak üzere; (...) diye okuması gerekir.

 

en-Nehhas dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Muhammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: Ebu Hatim nahiv bakımından diğer akranlarından daha geride idi, onlara ulaşamamıştı. Ancak o beldesinden dışarıya çıktı mı kendisinden daha alim hiçbir kimseyle de karşılaşması mümkün olmazdı.

 

Sibeveyh'in Araplardan naklettiğine göre hemze eğer öncesinde sakin harf bulunup kendisi de üstün ise "elif"e değiştirilebilir. Eğer kendisinden önceki harf sakin olup kendisi ötreli olursa "vav"a dönüştürülür, şayet ondan önceki harf sakin olup kendisi esreli olursa bu takdirde de '''ye" ye dönüştürülür. Bu durumda; "İşte bu vesıdir, ben vesıye hayret ettim, vesıyi gördüm." Bu da; "Eli vesyoldu'' tabirinden gelmektedir.

 

Aynı şekilde: "Bu çadırdır, çadıra hayret ettim, çadırı gördüm" de böyledir. Bunun böyle olmasının sebebi ise hemzenin şeddesiz olup, onun yerine bu harflerin ibdal ile getirilmesidir. Yine Sibeveyh'in, Temimoğulları ile Esedoğullarından naklettiklerine göre onlar;

 

"Bu çadırdır" diyerek eğer hemze ötreli ise sakin olan (önceki harfi) da ötreli okuduklarını, eğer hemze esreli ise sakin olan harfi esreli okuyup hemzeyi de telaffuz ettiklerini, şayet hemze üstün ise sakin olan harfi üstün okuduklarını nakletmektedir. Yine Sibeveyh'in naklettiklerine göre hemze ötreli olsa dahi (önceki harfi) esreli okurlar, ancak bu sadece Temimoğullarından nakledilmiştir. Böyle okuyanlar; "Bayağı, adi" derler. Yine onun iddiasına göre bu kelimede "dal" harfini ötreli okumazlar. Çünkü onlar öncesinde esre bulunan ötre telaffuzundan hoşlanmazlar. Çünkü dilde; (...) vezninde bir kelime yoktur.

 

Bütün bunlar, kıraat alimleri topluluğunun okudukları ve dilde var olan telaffuz şekilleridir. Abdullah (b. Mes'ud)'ın kıraatinde; "Göklerde ... olan gizliyi açığa çıkartan" şeklindedir ki; (...) ile (...) harfleri biri diğerinin yerine kullanılabilir. Nitekim Araplar; "Aranızdaki bilgiyi mutlaka açığa çıkartacağım" derlerken; (...) demek isterler. Bu açıklamayı da el-Ferra yapmıştır.

 

"Gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen" anlamındaki buyruğu genel olarak kıraat alimleri; "Gizledikleri ve açıkladıkları şeyleri bilen" diye her iki fiilde de gaib "ya"sı ile okumuşlardır. Bu okuyuş, ayeti kerimenin hüdhüdün söylediği sözlerden olmasını, Yüce Allah'ın hüdhüde kendisini tevhid etmek, yalnızca O'na secde etme gereği, güneşe secde etmeyi red ve bunu şeytana izafe edip şeytanın bu işi kendilerine süslü gösterdiği bilgisini özellikle verdiğini, diğer kuşlar ile sair hayvanlara da böyle özel bilgi vermeyip üstün akılların dahi kolay kolayelde edemeyeceği oldukça incelikli bilgileri özellikle ihsan etmiş olduğu anlamını vermektedir.

 

el-Cahderı, İsa b. Ömer, Hafs ve el-Kisai ise bu fiilleri muhatab "te"si ile; "Gizlediğiniz" ve; "Açıkladığınız" diye okumuşlardır. Bu okuyuşa göre; ayet-i kerime Yüce Allah'ın Muhammed (s.a.v.)'ın ümmetine bir hitabı olmaktadır.

 

"Allah O'dur ki, O'ndan başka ilah yoktur. Çok büyük Arş'ın Rabbidir." İbn Muhaysın "çok büyük" anlamındaki; (...) lafzını Yüce Allah'ın sıfatı olarak ötreli okumuştur. Diğerleri ise Arşın niteliği olarak esreli okumuşlardır. Özellikle Arşın söz konusu edilmesi, mahlukatın en büyüğü, onun dışındaki bütün mahlukatın onun kapsamı içerisinde olmasından dolayıdır.

 

14- Verilen Haberi Tetkik Etmek:

 

Yüce Allah'ın: "Bakalım" buyruğu düşünmek ve işi tetkik etmek anlamına gelen "nazar"dan gelmektedir. Bu söylediklerinde "doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" anlamını vermektedir. Buradaki; "İdin" sözü sen anlamındadır. Süleyman (a.s)'ın: "bakalım doğru mu söyledin?" deyip, senin işine bir bakalım dememiş olması, şundan ötürüdür: Hüdhüd: "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm" diyerek, bildikleri ile açıktan açığa öğündüğünü ortaya koyunca, Süleyman (a.s) da açıkça ona: Bakalım doğru mu söyledin, yalan mı söyledin? demiştir. Bu da onun söylediklerine denk bir cevap teşkil etmektedir.

 

15- Yöneticilerin ve Sair insanların Mazeret Kabul Etmeleri:

 

Yüce Allah'ın: "Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" buyruğunda imamın, İslam halifesinin, İslam devlet başkanının yönettiği kimselerin mazeretini kabul etmesi ve gizli mazeretleri dolayısıyla zahir hallerindeki cezaları, onlardan uzaklaştırması gerektiğine dair delil vardır. Çünkü Süleyman (a.s) kendisine mazeretini belirtince hüdhüdü cezalandırmadı. Hüdhüdün doğru söylemiş olması onun için bir mazeret teşkil etti, zira o cihadı gerektiren bir hususa dair haber vermişti. Süleyman (a.s)'a da cihad sevdirilmişti.

Sahih'deki rivayete göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah'tan mazur görmeyi daha çok seven hiçbir kimse yoktur. İşte bunun için o kitabı indirmiş ve rasuller göndermiştir.''

 

Ömer (r.a) da, en-Numan b. Adiy'in mazeretini kabul etmiş ve onu cezalandırmamıştı. Bununla birlikte imamın eğer şer'i bir hüküm ile alakalı ise bu hususu gereği gibi denemesi ve tetkik etmesi gerekmektedir. Nitekim Süleyman (a.s) da böyle yapmıştır. Hüdhüd kendisine: "Gerçekten ben bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum. Kendisine herşeyden verilmiş, onun bir de büyük bir tahtı var" deyince; hemen tamaha kapılarak gelişigüzel bir karar almadı. Mülkünü artırma arzusu onun hüdhüdün sözünü kesmesine sebeb teşkil etmedi. Nihayet hüdhüd ona: "Onu ve kavmini Allah'tan gayri güneşe secde eder buldum" deyince, o vakit duydukları onu öfkelendirdi ve verdiği haberi sona erdirmesini, bu hususta onun göremediği hususları da öğrenme isteğinde bulundu. Bu maksatla da: "Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" dedi.

 

Sahih'de el-Misver b. Mahreme'den rivayet edilen şu olay da (bu bakımdan) bununla benzerlik arzetmektedir. Ömer (r.a) karnına vurulduğu için ceninini erken bırakan kadının durumu hakkında ashab ile istişare ettiğinde elMuğire b. Şu 'be şöyle demişti: Ben Peygamber (s.a.v.)'ın onun hakkında küçük yaşta bir erkek köle ya da bir cariye verilmesi gerektiğini hükme bağladığına tanıklık ederim. Bunun üzerine Ömer (r.a): Seninle beraber şahitlik edecek kimseleri bana getir, dedi. Muhammed b. Mesleme bu hususta onun lehine şahitlik etti. Bir diğer rivayette de şöyle denilmektedir: Sen bu hususta işin içinden çıkmadıkça bundan elini çekemezsin. (Muğire b. Şu'be) dedi ki: Dışarı çıktım, Muhammed b. Mesleme'yi gördüm, onu getirdim, o da şahitlik etti. 

 

İzin istemeye dair Ebu Musa hadisi ve başkaları da bu kabildendir.

 

16- Hz. Süleyman'ın Mektubu:

 

"Bu mektubumu al, götür ve onu kendilerine bırak" buyruğunun "Onu kendilerine bırak" bölümü ile ilgili olarak ez-Zeccac şöyle demektedir: Bunda beş kıraat şekli vardır: (...) şeklinde "ya" harfinin de telaffuz edilmesi suretiyle. İkinci kıraat "ya" harfi hazfedilip ona delalet eden esreyi isbat ile; (...) şeklinde, üçüncü olarak "he" harfi ötreli ve aslı üzere "vav" harfini de isbat ile; (...) şeklinde.

 

Dördüncü olarak "vav"ı hazfedip ötreyi isbat ile: (...) şeklindeki okuyuştur. Beşinci okuyuşda Hamza'ya ait olup bu da "he" harfini sakin olarak; (...) diye okumaktır.

 

en-Nehhas dedi ki: Böyle bir okuyuş nahivcilere göre ancak nisbeten uzak ihtimalli bir yolla olabilir. O da takdiri bir vakıf kabul edilir. Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Sen bu gerekçeye iltifat etme, eğer vakfı niyet edip vasletmesi caiz olsaydı isimlerin sonlarından i'rabın da hazfedilmesi caiz olurdu. Yine (en-Nehhas) dedi ki: Burada "kendilerine" diye çoğullafzını kullanıp "ona" lafzını kullanmayış sebebi, daha önceden: "Onu ve kavmini Allah'tan gayri güneşe secde eder buldum" diye buyurmuş olmasıdır. Sanki: Sen bunu dinleri bu şekilde olan kimselere götür, bırak demiş gibidir. Böylelikle o asıl önemi dine vermiş olmakta ve din hususunu göz önünde bulundururken, diğer hususlara önem vermemektedir. İşte mektuptaki hitabı da çoğullafzı ile kullanmasının sebebi budur.

 

Bu ayet ile ilgili kıssalar arasında rivayet olunduğuna göre, hüdhüd oraya ulaştığında bu kraliçenin etrafının duvarlarla kapatılmış olduğunu gördü. Belkıs'ın güneşe ibadeti dolayısı ile doğduğunda güneşin girmesi için duvarda bırakmış olduğu bir küçük boşluğa gitti.

 

Rivayete göre Belkıs uykuda iken mektubu bıraktı. Uyandığında mektubu gördü ve bundan dolayı korkuya kapıldı. Uykudayken birilerinin yanına girdiğini zannetti. Uykudan kalktığında kendisinde bir değişiklik görmedi. Güneşin durumunu öğrenmek üzere duvardaki boşluğa bakınca, hüdhüdü gördü ve böylelikle durumu anladı.

 

Vehb ile İbn Zeyd de şöyle demişlerdir: Onun güneşin doğuş yerine bakan bir duvar boşluğu vardı, güneş doğdu mu secde ederdi. Hüdhüd bu boşluğu kanadıyla kapattı, güneş yükseldi. Belkıs bunun farkına varmadı, güneşin doğuşunun geciktiğini anlayınca, ayağa kalkıp oraya baktı. Hüdhüd de mektubu ona attı. Mektubun üzerindeki mührü görünce, titredi ve boyun eğdi. Çünkü Süleyman (a.s)'ın mülkü mühründe idi. Mektubu okuduktan sonra kavminin ileri gelenlerini topladı ve (ayette) daha sonra gelecek olan sözlerle onlara hitab etti.

 

Mukatil de dedi ki: Hüdhüd mektubu gagasıyla taşıdı. Etrafında askerleri ve kumandanIarı bulunduğu sırada kadının tepesinde duruncaya kadar uçtu. Herkesin gözü önünde bulunduğu yerde kanatlarını çırpıp durdu. Kadın da başını kaldırıp ona bakınca mektubu göğsünün üzerine bıraktı.

 

17- Müşriklere Mektup Yazarak Davet Tebliğ Etmek:

 

Bu ayet-i kerimede müşriklere mektuplar gönderip İslam davetinin onlara tebliğ edileceğine ve İslam'a çağırılacaklarına delil vardır. Nitekim Peygamber (s.a.v.)'da Kisra'ya, Kayser'e ve herbir zorbaya -daha önce Al-i İmran suresi'nde (64. ayet, 1. başlıkta) geçtiği üzere- mektuplar göndermişti.

 

18- Hazreti Süleyman'ın Talimatı:

 

Yüce Allah'ın: "Sonra da onlardan geri çekil" diyerek, ona geri çekilmesini emretmesi, krallara karşı takınılan edebe uygun olarak bir kenara çekilip, güzel bir edeb örneğini göstermesini istemiştir. Anlamı da şudur: Sen onların konu hakkındaki tartışmalarını görecek şekilde yakınlarında bulun. Bu açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır. İbn Zeyd de şöyle demiştir: Burada "geri çekilme" emri yanına geri dönmek anlamındadır, yani bu mektubu onlara bırak ve geri dön. "Ne şekilde karşılık vereceklerine bak" buyruğu ise "geri çekil" buyruğundan takdim manasını taşır. (Yani bu sözlerde belirtilenler daha önce yapılması gereken işlerdir.) Ancak ifadedeki tertib daha kuvvetli görülmektedir, yani sen bu mektubu onlara bırak, sonra bir kenara çekiL. Bu arada da bir bak, yani bekle.

 

Şöyle de açıklanmıştır: Burada "bak" bil demektir Yüce Allah'ın: "O günde kişi iki elinin önden yolladığına bakacak (bılecek.)" (en-Nebe, 40) buyruğunda olduğu gibi. Yani onların ne şekilde karşılık vereceklerini öğren, ne cevap vereceklerini ve ne gibi sözlerle karşılık vereceklerini öğren, anlamındadır. "Ne şekilde karşılık vereceklerine bak" kendi aralarında bu hususu nasıl tartışacaklarını gör, anlamında olduğu da söylenmiştir

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Neml 29-31

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR